PLASEBO ETKİSİ: İNANARAK İYİLEŞME

Plasebo etkisi, herhangi bir rahatsızlığın, tedavi ediliyormuş hissi verilerek rahatsızlığın geçirilmesine verilen isimdir.Kişinin kendisine verilen maddenin ilaç olduğuna inandırılıp bununla birlikte tedavi sürecine girilmesi aslında plasebo etkisini anlatmak için uygun ve önemli bir örnektir. Plasebo etkisine dair daha geniş kapsamlı bilgileri yazının devamında bulacaksınız.

En basit tabiriyle bahsettiğimiz bu kavramı şu şekilde ifade edebiliriz: hastalığı tedavi edebilecek herhangi bir güce sahip olmayan maddelerin ve bu maddelerle sağlanan girişimlerin, hasta bireylerin kendilerini çok daha iyi hissetmesine sebep olan etkinin adıdır.

Plasebonun etkisinin ne anlama geldiği ve nasıl ortaya çıktığına dair tartışmalar sadece günümüzde süren bir durum değildir. Temeli, tıp tarihindeki yansımaları çok yıllar öncesine dayanmaktadır.Halk dilindeki karşılığından bahsettiğimiz bu kavramın genel hekimlik anlayışındaki karşılığı ise ‘deva’ olması amacıyla kullanılan bir maddenin, bireysel (öznel) bakımdan meydana getirdiği olumlu yanıt olduğu yönündedir.Günümüzde tıbbın çeşitli dallarında plasebonun varlığı geniş bir kitle tarafından kabul edilmiştir. Buna karşın onun hangi ilaçlarda ve hastalıklarda ne düzeyde bir etkisinin olduğu hala tartışma konusudur. (İçeriği tam olarak bilinmeyen ve tanım güçlüğü olan bir kavramdan bahsediyoruz.)

PLASEBO NE ANLAMA GELMEKTEDİR?

Latince bir kelimedir ve ‘hoşnut edeceğim’ anlamına gelir.Daha açıklayıcı olmak gerekirse; ilaç, tedavi veya deva niyetiyle kullanılan bir şeyin öznel açıdan pozitif etki göstermesidir. Plasebonun tam zıddı olan kavram ise ‘nocebo’dur ve bu da ‘zarar vereceğim’ anlamına gelip öznel açıdan negatif bir etkiyi kastetmektedir.

PLASEBO ETKİSİNİN 4 TEMEL TANIMI YAPILMIŞTIR

1_Tıbbi biyoloji bakımından (biomedical) etkisi olmayan bir ilacın meydana getirdiği tedavi edici etki

2_Bir tedavi sürecinde ortaya çıkan özgül etkilerle birlikte özgül olmayan etkilerin de ortaya çıkması

3_ Bir ilaca yüklenmiş olan fakat içinde bulundurduğu farmakolojik özellikleriyle bir türlü açıklanamayan tedavi edici nitelikteki etki ya da yan etki.

4_ Tüm tedavilerde ortak olan etki

Bir toplum bilimci olan Forrester’e göre plasebo etkisi birçok faktöre bağlı olarak şekilleniyor. Bu faktörler: doktorun karşılaştığı sorunlar karşısında fikir yürütme tarzı, doktorun hastayı telkin etme çabaları ve doktorların hastaya karşı yarattığı güven duygusu ve anlayış. Plasebo etkisi her bölgede ve her hastalıkta aynı başarı oranına sahip değildir.

Klasik koşullanma, beklenti ve ödül modeli gibi kavramlarla plasebonun etkileri teorik olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Klasik koşullanma ise bu kuramlar arasında en çok ön plana çıkan kuram olmuştur. Çünkü plasebo almanın ölçülebilen fiziksel etkilerinin bulunması klasik koşullanma yönündeki teoriyi güçlendirmiştir.

Yakın geçmişte yapılan benzer çalışmalarda çok güçlü plasebo etkileri gözlenmiştir. Örneğin depresyon hastalarına, ilaç görünümlü plasebo hapları antidepresan olduğu belirtilerek verildiğinde %50 ye yakın azalma gözlenmiştir. Aynı mantıkla migren rahatsızlığına sahip kişilere, plasebo migren hapları verildiğinde bireylerde %40 iyileşme olduğu saptanmıştır.

RENK VE MİKTAR, PLASEBONUN ETKİSİNİ ARTIRICI NİTELİKTEDİR.

Plasebo etkisinin, tüketilen tablet sayısı ve bu tabletlerin rengine göre değişik sonuçlar doğurduğu saptanmıştır.1972 tarihinde uygulanan bir deneyde, gönüllü birtakım üniversite öğrencilerine, sıkıcı buldukları bir ders dinletilmiştir. Deneyi gerçekleştirebilmek adına öğrenciler dersten önce belli gruplara bölünmüştür. Bunlardan bazılarına bir, bazılarına da iki şeker tableti verilmiştir. Verilen bu şeker tabletlerinin tamamı tek renkte değildir. Kimisine pembe kimisine mavi şeker tableti verilmiştir. Ardından bütün bu gönüllü öğrencilere, bu tabletlerin aslında birer çok güçlü konsantrasyon artırıcı ilaçlar olduğu söylenmiştir. Ders işlenip bittikten sonra da öğrencilerin dikkatlerini saptamak üzere bazı testler uygulanmıştır. Elde edilen verilere bakılarak iki tablet alanların dersi çok daha konsantre şekilde dinlediği, anlaşılmıştır. İşin ilginç kısmı tabletlerin renklerine göre de sonuçların değişiklik göstermesidir. Kültürel olarak pembe rengin maviye oranla daha uyarıcı olması, mavinin ise pembeye oranla daha sakinleştirici etkisi mevcuttur. Bu durum deney sonuçlarına da yansımıştır. Pembe tablet kullanan öğrencilerin dikkat seviyesi, mavi tablet kullanan öğrencilerden daha yüksek çıkmıştır. Benzer şekilde yeşil rengin sarıya oranla daha endişe giderici etkisinin olduğu bilinmektedir.

YENİLİKLER VE AMBALAJLAR DA PLASEBO ETKİSİNİ ARTIRIYOR .

İlaçların renginin öneminden bahsetmiştik. Buna ek olarak ilaçların formları ve ne şekilde paketlendikleri de oldukça önemli bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin endişe giderici olarak bilinen bir ilacın (klordiazepoksit olarak biliniyor) kapsül formunun, tablet formuna oranla daha etkili olduğu anlaşılmıştır. Hem tablet hem kapsül formunun içerisinde bulunan aktif madde ve emilim hızı aynıdır. Buna rağmen kapsül formunu kullanan bireylerin daha çok iyileşme sağladığı beyan edilmiştir.

1981’de yapılan başka bir çalışmada 835 kadın hasta üzerinde baş ağrısı tedavisi için plasebo ve aspirin etkinliği kıyaslanmıştır. Hastalar 4 gruba ayrılmıştır. İlk gruba üzeri yazısız şeker tabletleri verilirken ikinci gruba üzeri yazılı ve albenili ve ambalajlı şeker tableti verilmiştir. Üçüncü gruba yazısız aspirin verilirken dördüncü gruba da üzeri yazılı ve albenisi olan ambalajlar içinde aspirin tableti verilmiştir. Sizce sonuç ne olmuştur? Üzeri yazılı, albenili ambalajlı tablet alan bireylerin, aynı tabletin yazısız versiyonunu kullananlara kıyasla daha çok iyileştikleri öğrenilmiştir.

İlginç bir diğer çalışma da ilaçların pazarlanması ile bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Simetidin (bir mide ülseri ilacı) üzerine yapılan bir çalışmadır. Simetidin 1975’te piyasaya sürülmüştür ve %80 etkinliğe sahip olduğu ölçülmüştür. 1994’te piyasaya başka bir ülser ilacı olan ranitidin sürülmüştür. Bunun ardından simetidinin etkinliği tekrar ölçüldüğünde bu kez %80 lik oranın %50’lere gerilediği görülmüştür. Özetlemek gerekirse bir ilaç ne kadar güncel ve ne kadar ilgi uyandırıyorsa, plasebo etkinliği o denli yüksek oluyor.

PAHALILIK DA ETKİYİ GÜÇLENDİREN BİR KRİTERDİR

İlaçların yeni olmasının önemini vurgulamıştık. İlaçların pahalı olması da aynı etkiyi gösteriyor. 2008 yılında Dan Ariely tarafından yapılan bir deneyde, gönüllü bireylere elektrik şoku verilip canlarının yanması sağlanmıştır. Hastalar iki gruba ayrılmıştır ve iki gruba da aslında C vitamini olan plasebo hapları verilmiştir. İlk gruba tabletlerin her birinin 2,5 dolar olduğu söylenirken diğer gruba her birinin 10 sent olduğu söylenmiştir. Sizin de tahmin ettiğiniz gibi 2,5 dolarlık tableti alan hastaların, ilacın etkinliğini daha çok hissettikleri ve ağrının daha iyi tedavi edildiği belirtilmiştir.

GİRİŞİMİN ŞİDDETİ DE PLASEBO ETKİSİNİ GÜÇLENDİRİYOR.

Hasta bireye uygulanan girişim ne kadar ağrılı, ciddi ve acılıysa, elde edilen yanıt da o derece kuvvetli oluyor. Hastalandıklarında illa ki iğne vurdurmak isteyen insanları bilirsiniz. Hepimizin çevresinde böyle insanlar bulunur. İğne yaptırmayıp hap kullandıklarında ağrının bir türlü geçmediğini söylediklerine şahit olmuşsunuzdur. Sonuçlara bakıldığında da iğne yaptıranların daha çok iyileşme gösterdiği saptanmıştır.

REÇETEYLE PLASEBO VERİLMESİYLE İLGİLİ TARTIŞMALAR

2006’da plasebolarla alakalı bir politika, Amerika Tıp Birliği tarafından oluşturuldu. Bu politikada belirtilenlere göre hastanın yeterince bilgilendirilip kabul etmesi sağlanırsa teşhis sonrasında plasebonun tedavi amacıyla kullanılabilmesi uygundur. Fakat burada eleştirilmesi gereken bir nokta var, o da şu: hekimlerin, hasta bireylerin o anki durumuna iyi gelip gelmeyeceği kanıtlanmamış bir ilacı vererek aslında onlara yalan söylüyor olmaları.

Peki hekimler, Amerika Tıp Birliği’nin bu çok katı politikasını uygularsa neler olur?

Bu durum; hekimlerin, hastalarına açık açık onların reçetelerine yazdıkları şeyin içinde aslında bir ilaç etken maddesinin bulunmadığını ve işe yarayacağı konusunda emin olmadıklarını açıklaması anlamına gelir. Araştırmacılara ve genel görüye göre bu durum plasebo etkisini psikolojik açıdan sekteye uğratacaktır. Fakat bazı kesimlerin görüşü, verilen ilaçların aslında plasebo olduğunu açıklamanın ilacın işe yaramayacağı anlamına gelmediği yönündedir. İlaçta bireyin sahip olduğu hastalığa iyi gelebilecek şeylerin olduğunu fakat tam olarak nasıl yardımcı olduğunu bilemediklerini söyleyebilirler . Ama tüm bunlara rağmen Amerika Tıp Birliği politikası, doktorların hasta onayını almaları gerektiğini kesin bir şekilde belirtiyor.

PLASEBO ETKİSİNİN SÜRESİ

Plasebo kapsülü veya tableti kullanan hastalar, ağrılarının geçtiğini ya da en azından hafiflediğini belirtiyor. Ancak plaseboların etki süresi, gerçek ilaçlara kıyasla çok daha kısa sürmektedir. Yani sadece geçici bir rahatlama söz konusudur ve bir süre sonra yok olacaktır. Belirtilmesi gereken önemli bir nokta daha vardır: kronik hastalıklarda plasebo etkisi işe yaramamaktadır.

Reklam

DUDAK VE KULAK İZLERİNİN ADLİ BİLİMLERDEKİ YERİ

KULAK İZİNDEN KİMLİKLENDİRME:

Polisiye alanda suçluların belirlenmesinde en çok başvurulan yöntemlerden biri şüphesiz ki parmak izinden kimlik tayinidir. Fakat bu tespit için tek bir yöntemin kullanılması yerine birden fazla yöntemin uygulanmasında fayda vardır çünkü elde edilen bulguların aynı zamanda bir diğerini destekleyici nitelikte kullanılması, suçlunun belirlenmesinde hatta olası mağduriyetlerin yok edilmesinde çok önemlidir. Bu sebeple kulak izi her geçen gün büyük önem kazanmaktadır.

Parmak izi, her ne kadar kuvvetli bir yere sahip olsa da olay yeri incelemelerinde yaklaşım sadece parmak izi tespiti üzerine olmamalıdır. Faili bulmaya yönelik her türlü bulguya odaklanılmalıdır. Son dönemlerde kulak izinin de tıpkı parmak izi gibi eşsiz ve her bireye özel olduğu yönünde düşünceler öne çıkmaktadır. İlgili inceleme ve araştırmalar yoğunlaşmıştır. Belirtilenlere göre herkesin kulağının özellikleri farklıdır ve bu ölçüler belirlenebilmektedir.

KULAĞIN ÖZELLİKLERİ HAKKINDA:

Kulak yapısı ve buna bağlı olarak özellikleri her insanda farklılık göstermektedir. Bu nedenle bireylerin biyometrik özellikleri gibi kullanılmaktadır. İnsanlar yaş aldıkça kulaklarında büyümeler meydana gelir. Buna karşın kulağın bölgeleri arasındaki oran her daim aynıdır. Bu organ çok çeşitli özelliklere sahiptir. Bundan dolayı adli olaylarda kimlik tespitinde ve biyometrik araştırmalarda giderek daha önemli bir hale gelmektedir.

Yukarıdaki şekilde kulak izi için belirlenen özellikler gösterilmiştir ve bu özellikler uluslar arası alanda kabul görmüştür. Bunlar mukayese yapılabilmesi için kullanılan temel esaslardır.

OLAY YERİNDEN ALINAN KULAK İZİNDEN NASIL VERİLER ELDE EDİLMEKTEDİR?

Kulak izleri çoğu zaman, suç işleme fikrini akla getirerek bu düşünceyle bir yeri dinlemek amacıyla düz bir yüzeye ( cam, kapı, pencere vs. ) kulaklarını dayamaları sonucunda oluşan izlerdir. Dolayısıyla bu izler için özellikle kapı, pencere gibi yerlere bakılmalıdır. Kişiye özgü özelliklerin belirlenmesi için önemlidir. Eğer kulağın tam olarak biçimini ifade eden bir resim elde edilebilirse bununla birçok veri de elde edildiği görülmektedir. Örneğin bir pencere üzerinden alınan kulak izi ile aynı zamanda ilgili şahsın boyu hakkında da gerçeğe çok yakın bilgi alınabildiği saptanmıştır. Dolayısıyla ihmal edilmemesi beklenen bulgulardır.

KULAK İZİ MUKAYESESİ YAPILIRKEN DİKKAT EDİLEN HUSUSLAR NELERDİR?

Doğrudan veri tabanından mukayese edilemiyorlar. çünkü bununla ilgili herhangi bir arşiv bulunmamaktadır. Pek çok ülkede konuyla ilgili çalışmaların netlik kazanmaması buna sebep olarak gösterilebilir. Peki o zaman kimliklendirme çalışmaları nasıl yapılmaktadır? Şüphelilerden alınan kulak izleri, olay mahallinden alınan izler ile karşılaştırılır. Şüphelilerden alınan iz alınırken her iki kulak da cam yüzeye bastırılır. Fakat kritik bir nokta vardır ki o da şudur: olay yerinden alınan izlerin ne şekilde bırakıldığı tam olarak bilinemez. Bundan dolayı örnekler üç şekilde alınmaktadır:

  • Normal şekilde bastırılarak
  • Yumuşak şekilde bastırılarak
  • Sert şekilde bastırılarak

Bu şekilde mağduriyetleri minimuma indirmek amaçlanmaktadır. Bir diğer dikkat edilmesi gereken nokta da yüzeyden sadece kulak izini almayıp onun çevresini de kapsayacak biçimde geniş bir inceleme yapılması gerektiğidir. Failin, kulağını yüzeye dayadığı sırada çene ve yanak gibi bazı bölgelerin de temas edebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü bu bölgelerde kişinin ayırt edici fiziksel özellikleri hakkında ( küpe, ben , yara, kesik vs. ) bilgi edinilmesi olasıdır.

KULAK İZİ İLK KEZ NE ZAMAN DELİL OLARAK ÖNE SÜRÜLMÜŞTÜR?

Kulak izi, Türkiye’de ilk kez 2004’ün ekim ayında bir soruşturmada mahkemeye kanıt olarak sunulmuştur. Bu soruşturma Bursa’da bir hırsızlık soruşturmasıydı. Gazetelerde belirtilenlere göre, olay mahallinde şüpheli kişinin evde birisi olup olmadığını dinleyebilmek için kapıya dayadığı kulağının izinden başka herhangi bir delil bulunmamıştır.

Şüpheli yakalandıktan sonra bir karşılaştırma yapma imkanı doğmuştur. Üç ay öncesinde olay mahallinden elde edilen kulak iziyle, yakalandıktan sonra şüphelinin kulağından alınan kulak izi karşılaştırılmıştır. Bunun sonucunda da aynı oldukları ortaya çıkmıştır. Artık gazetelerde, kulak izi incelemelerinin polis okullarında okutulacağı yönünde yazılar da yer alamaya başlamıştır. Hatta yayınlanan bir yönetmeliğe göre, sanığın ya da şüphelinin kimliğinin tespit edilebilmesi için gerektiğinde dudak ve kulak gibi organların bıraktığı izler kayda alınacaktır, bununla birlikte soruşturmanın dosyasına da girebilecekti. Buradan anlaşılacağı üzere yönetmeliği oluşturanlar, elde edilen bu izleri, aynen bir parmak izi gibi biyometrik olarak kabul etmiştir. Yani ölçülebilir ve istatistiksel olarak incelenebilir özellikte bir biyolojik veri olarak görmüşlerdir. Peki bu ne kadar doğru?

KULAK İZİ GÜVENİLİR MİDİR?

Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre, belli başlı istisnalar hariç olmak üzere, üst sınırı iki yıl ya da daha fazla hapis cezası gerektiren bir suç işlenmesi halinde kimliğin belirlenmesine ilişkin elde edilen bütün verilerin arşivlenmesine izin verilmektedir. Dolayısıyla dudak ve kulak izleri de tıpkı parmak izleri gibi arşivlenebilecekti.

Genel görüşe göre, uygun bir biçimde alınıp karşılaştırılan parmak izlerinin kanıt olarak kullanılıp arşivlenmesinde bir sorun görülmemektedir. Ancak kulak ya da dudak iziyle şüphelilerden alınan izlerin karşılaştırılıp arşivlenmesi konusu geniş bir kesim tarafından kabul görmemiştir. Çünkü kulak iziyle ömür boyu hapse çarptırıldıktan tam 7 yıl sonra serbest kalan Mark Dallagher olayı gibi büyük hata içeren bir örnek bulunmaktadır.

Kısaca değinmek gerekirse, 1998 Aralık’ta İngiliz Mark Dallagher, Leeds Kraliyet Mahkemesi tarafından, 94 yaşında olan sağır ve sakat Dorothy Wood’u yastıkla boğarak öldürmek suçundan ömür boyu hapse mahkum edilmiştir. İddianamede belirtilenlere göre, katil 94 yaşındaki kadına ait evin giriş katında bulunan 3 hafta gibi bir süredir silinmeyen pencere camına kulağını dayayıp dinlemiş ve ardından da camı kırıp eve girmiş, yatmakta olan Dorothy Wood’u öldürmüştür. Mark Dallagher’ın kulak izlerini inceleyen Hollandalı polise göre izler kesin uymaktayken Glasgow Üniversitesi’nden bir profesöre göre de büyük ihtimalle uymaktaydı. Dosyada kulak izi haricinde herhangi bir delil ya da tanık ifadesi yer almamıştır. Mahkemede jüri Dallagher’i suçlu bularak ömür boyu hapse tabi tutmuşlardır. Temyiz başvurusu kabul edildiğinde, ikinci muhakemede savcılık kulak izinden başka hiç bir kanıt sunamamıştır. Bunun üzerine kulak izinden DNA analizi yapıldığında sonuç şaşırtıcı olmuştur çünkü iz Mark’a ait çıkmamıştı. Ancak yedi yılın ardından serbest kalabilmiştir.

Amerika Birleşik Devletlerinde diğer bir cinayet davasında da kulak izi karşılaştırması yapılmıştır. Bu kez de David Wayne Kunze ömür boyu hapse mahkum edilen kişidir. Fakat buna rağmen ceza evinde uzun süre kalmadı. Washington Temyiz Mahkemesi, bilimsel bir temele dayanmaması nedeniyle ve hatta mesleğin uzman kişileri arasında kabul görmediği için mahkumiyet kararını bozmuştur.

KULAK İZİ KANIT OLARAK KULLANILMALI MIDIR?

Kulak üç boyutludur ve elastik bir yapıya sahiptir. Duvar veya cam benzeri düz olan bir yüzeye bastırıldığında elde edilen iz ise iki boyutludur. Bunun yanı sıra bastırmanın açısına ve şiddetine bağlı olarak iz de değişir.

İki insanın kulak yapıları, birbirlerine göre anatomik açıdan farklılık gösterir. Fakat bunların izleri rastlantısal bir biçimde birbirlerine çok benzeyebilirler.

Suç öncesinde kulağın yüzeye hangi açı ve şiddette bastırıldığı kesin olarak bilinemeyecektir. Bu sebeple şüphelilerden kulak izi alıp sağlıklı bir karşılaştırma yapmak mümkün olmayacaktır.

Bilimsel çevrelerde pek kabul görmüş bir teknik değildir. Çöp Bilim (Junk Science ) olarak da adlandıranlar mevcut. Bu yöntem pozitif identifikasyon ( bu iz kesinlikle bu kulağa ait şeklinde bir sonuca varma) yapmak için doğru değildir.

DUDAK İZİ:

Dudak izi karşılaştırılması sadece filmlerde yapılmıyor. Dudakların dış yüzeyinde bulunan girinti ve çıkıntıların oluşturduğu izlerin, yıllarca incelendikten sonra, parmak izlerine yapıldığı gibi sınıflandırılabileceği öne sürülmüştür. Öncelikle Japon polisi keiloskopi (kheio: dudak ) olarak adlandırılan bu yöntemden yararlanmaya çalışmıştır.

DUDAK İZİNDEN ELDE EDİLEN DNA’NIN KULLANIMI:

Uluslararası dergilerde yayınlanmadığı ve hatta genel bir kabul görmediği sürece bu tekniğin uygulanması sıkıntılı sonuçlar doğurabilir. O yüzden bu yönteme temkinli yaklaşılıyor.

Dudaklar, DNA bakımından düşünüldüğünde iyi bir kaynaktır. Fakat bunların izlerini karşılaştırmak yerine bunlar üzerinde DNA tiplemesi yapılmaya çalışılması daha mantıklı olacaktır. DNA’nın, dudağın, yüzeye bıraktığı izlerden elde edilmesi kolay bir olaydır. Fakat insanın vücudu üzerinde bulunan izlerin incelenmesi hala araştırmalara tabi tutulmaktadır.

BURUN İZİ SORUNSALI:

Kediler, köpekler, koyunlar gibi hayvanların burun izleri birbirinden farklıdır. Yaban hayatı koruma alanı yöneticileri bir süredir, kimlik belgelerinde burun izine de yer vermektedir. Burun izlerinin alınıp karşılaştırılması zor bir olaydır. Bu sebeple bu teknik yavaştan terk edilmektedir. Bu yöntem yerini iris görüntüsü gibi veya DNA profili gibi başka bir takım incelenebilir özelliklere bırakmaktadır.

KARANLIKTA IŞIK SAÇAN DOMUZ: Denizanası genini ifade eden domuz

Genetik kod neredeyse evrenseldir. En basit yapıya sahip bir bakteriden en karmaşık yapılı hayvan ve bitkilere kadar canlılar arasında paylaşılır. Yapılan araştırmalar sonucunda genlerin bir canlı türünden başka bir canlı türüne aktarılabildiği hatta aktarıldığı bu canlıda transkripsiyon ve translasyon geçirebileceği belirlenmiştir. Bununla ilgili olarak yapılan laboratuvar deneylerinde zaman zaman oldukça ilginç sonuçlar elde edilmektedir. Bu tip uygulamaların, biyoteknoloji alanında gelişmelere yol açacağı düşünülüyor.

FARKLI TÜRLERDEN GELEN GENLERİN İFADE EDİLMESİ: Birçok yaşam formu ortak genetik kodları paylaştığı için bir türe başka bir türden gelen DNA bu türün protein özelliklerini sentezlemek üzere programlanabilmektedir.

Yapılan bazı laboratuvar çalışmalarında domuzlar da kullanılmıştır. İçinde floresan protein ve bir de denizanasına ait genlerin bulunduğu plazmalar araştırmada kullanılacak olan domuzlara nakledilmiştir. Bu yöntem aslında bir genetik mutasyon yöntemidir. Bilim insanları bu yöntem sayesinde karanlıkta ışık saçan, parlayan domuzlar üretmişlerdir. Başvurulan bu teknik, insanlar için bazı ilaçların daha düşük maliyetli üretilebilmesi için geliştirilmiştir. Araştırmaların başındakiler, bu yöntemin gelecekte insanlara yapılan organ nakli uygulamalarında kullanılması amacıyla özel domuzlar üretmek konusunda umut verici konuşmuştur.

Klonlama tekniğinde kullanılan yönteme benzer bir yöntem kullanılmaktadır: çekirdek transferi. Bir hücrenin çekirdeğinin, daha önce boşaltılan bir diğerine aktarılması esasına dayanıyor.

Yapılan ilk deneylerde ”kısmen parlayan” domuzlar meydana gelirken araştırmaların ilerlemesiyle ”tamamen ve kesinlikle parlayan” domuzlar üretilebilmiştir. Üretilen bu domuzlar TRANSGENETİK olarak tanımlanmaktadır. Bu uygulama ile denizanasından alınan genetik bilgiler, normal domuz embriyolarına ilave ediliyor. Üretilen bu domuzların, karanlıkta ışık saçmak dışında diğer domuzlardan bir farkı olmadığı saptanmıştır. Son domuzlar içten dışarıya doğru parlak yeşil bir renge sahiptir.

Bilim adamları, domuzların gün ışığında dişlerinin, gözlerinin ve parçalarının yeşil renkte; derilerinin ise yeşile yakın bir renkte olduğunu belirtmişlerdir. Geceleri ise bu domuzlar parlak yeşil bir ışık yaymaktadır.

Domuzların insan hastalıkları konusunda araştırmalarda kullanılabileceği, sahip oldukları parlak yeşil renk sayesinde bu domuzların genetik materyallerinin belirlenmesinin kolay olduğu ifade edilmektedir. Kök hücre çalışmalarına hız kazandıracağı da söylenmektedir.

ÖLÜMCÜL AVCI: TROPİK KONİ SALYANGOZU

BU SALYANGOZU ÖLÜMCÜL BİR AVCI HALİNE GETİREN NEDİR?

Resimdeki tropik koni salyangozu (Conus geographus) sahip olduğu şekil ve desenden dolayı oldukça güzel ve dikkat çekici bir hayvandır. Ancak bir o kadar da tehlikelidir. Bu deniz salyangozu aslında etobur bir canlıdır. Balıkları önce avlar ardından öldürür ve sonra yer. Burada üzerinde duracağımız kısım avlama yöntemidir.

Koni salyangozu denizde serbestçe yüzmekte olan avını birkaç saniye içinde felce uğratabilmektedir. Bunu ağzında bulunan zıpkın şeklindeki içi boş bir parçayla zehir enjekte etme yoluyla yapar. Bu zehir oldukça öldürücüdür. Hatta o kadar ki bazı dalgıçların tek bir sokma yüzünden öldüğü bilinmektedir. Zehir çok hızlı etki etmektedir.

KONİ SALYANGOZU ZEHRİNİ BU DENLİ HIZLI ETKİLEYEN VE ÖLDÜRÜCÜ KILAN NEDİR?

Bu sorunun yanıtını, Baldomero Olivera ile yapılan söyleşide bulmak mümkündür.

Baldomero Olivera (ortada), Jane Reece ve Steve Wasserman (sağda) ile birlikte

Söyleşide de belirtildiği gibi vücutta bilgiyi aktaran nöronları( sinir hücreleri) etkisiz hale getiren bir moleküler karışım bu sorunun yanıtı olarak verilebilir. Koni salyangozundaki zehir solunumun sinirsel kontrolünü ve hatta hareketin sinirsel kontrolünü de çok kısa bir zaman diliminde bozabilmektedir. Bu sebepten salyangozun saldırısına maruz kalan herhangi bir hayvan kaçamaz veya kendini koruyamaz. Nöronlar iletimde hem elektriksel akımı hem de kısa mesafelerde işlev gören kimyasal sinyalleri kullanırlar. Koni salyangozlarının bu kadar etkili olabilmesinin sebebi ise, zehrinin bu iki iletişimi de bozabilmesidir.

KONİ SALYANGOZLARI NEDEN KONİ ŞEKLİNDEDİR?

Koni salyangozunu avlayan başka hayvanlar da mevcuttur. Buradan yola çıkılarak neden koni şeklinde oldukları açıklanabilir. Yengeçler bu avcıların başında gelmektedir. Yengeçler, salyangozun kabuğunu sıkıştırarak kırmayı deneyecektir. Ancak bahsettiğimiz salyangoz koni şeklinde olduğu için biraz zor olacaktır. Yengeçlerin kıskaçları kayacağından kırmak zorlaşmaktadır. Yani bu canlıların sahip olduğu koni şekli koruyucu bir adaptasyondur. Fakat koninin incelen uç kısmı, avı içeri alabilmek için oldukça dardır. Bu sebeple balık avlayanlar genellikle silindirik yapıdadır.

KONİ SALYANGOZLARI NEDEN ZEHİR ÜRETİYOR?

Şimdilerde bilinen verilere göre 500-700 tür koni salyangozunun 100 kadar türü balık avlamaktadır. Yaklaşık 100 kadar diğer tür de yumuşakçaları avlamaktadır. Geri kalanları ise deniz solucanlarını avlamaktadır.

Bir koni salyangozu avlanma esnasında önce balığın kokusunu alır. Bunu özelleşmiş kimyasal algılayıcıları sayesinde yapar. Büyük akvaryumlarda bulunan ve balık avlayan koni salyangozları araştırıldığında, akvaryum içerisine yeni bir balık atıldığı anda tepki verdiği saptanmıştır. Balığın yerini hemen belirleyebilirler. Sifonlarını ileri geri oynatması bunun için yeterlidir. Sifon, balığa değer. Tam da o anda avcımız zıpkına benzer yapıda bir diş fırlatır ağız kısmından. Bu zıpkın balığa saplanır. Zıpkının içerisinde bulunan zehir balığa akar. Zıpkın bir şırınga gibidir ve üzeri tırtıklı bir yapıya sahiptir. Zehir balığı saniyeler içerisinde hareketsiz hale getirir. Sonunda salyangoz avını yer.

KONİ SALYANGOZUNUN ZEHRİ ARAŞTIRILIRKEN NEYİ ÖĞRENMEK AMAÇLANMIŞTIR?

Zehirlerin yararlı olabileceği biliniyor. Buna örnek olarak krait yılanı (kobra benzeri bir yılan) ve balon balığı verilebilir. Bu canlıların zehri, sinir sisteminde yer alan iyon kanallarını çalışmada kullanılmıştır. İyon kanalları, sinir hücrelerinin (nöron) üzerinde yer alır. İşlevi ise hücreye giriş çıkışını sağlamaktır. Bir nörondan diğer bir nörona elektrik uyarılarını başlatan ve kontrol eden, bahsettiğimiz bu iyon hareketidir. Zehirler tam da bu noktada devreye girer. Avın sinirsel iletimini bütünüyle durdurur ve bunu iyon hareketini engelleyerek yapar. Bu sebepten de ölümcüldürler.

Zehirdeki toksinler incelendiğinde çok özgül oldukları ortaya çıkmaktadır. Toksinlerin hedef alanı farklı olabiliyor. Örneğin krait yılanının toksini, nikotinik algılayıcı olarak bilinen bir sodyum kanalını etkilerken; bir balon balığının toksini, başka bir sodyum iyonu kanalını hedefler. Bu toksinlerin laboratuvarda araştırılmasında asıl öğrenilmek istenen şudur: belirli tipteki bir iyon kanalının işlevini durdurmak üzere sinir sisteminin normalinde nasıl çalıştığını anlayabilmek.

KONİ SALYANGOZUNUN TOKSİNLERİ ÜZERİNE NASIL ÇALIŞILIR?

Koni salyangozlarıyla çalışan bilim insanları, bu canlılar tarafında sokulmak istemedikleri için salyangozları hareketsizleştirmenin bir yolunu bulmuştur. Salyangozu bunun üzerine koymak bunun için iyi bir yöntemdir. Ardından zehir kanalı kesilir ve ortaya çıkarılır. Basınç uygulanarak zehir, kanaldan sağılır. Bundan sonraki aşama zehrin etkinliğini ölçmektir. Tıp literatüründe de belirtildiği üzere, sokularak ölen insanların, diyaframları felç olduğu için öldükleri bilinmektedir. Bu felç konusu fareler üzerinde test edilmiştir. Conus geographus türünün toksini, birden fazla fareye değişik oranlarda enjekte edilmiştir. Ardından çok kısa bir süre içerisinde tel bir kafes üzerine ters olarak yerleştirildiler.

Farelerin bu pozisyonda normal şartlar altında uzunca bir süre asılı kalabileceği ancak felç olma halinde düşeceği bilindiğinden dolayı böyle bir yol izlenmiştir. Burada araştırmacıların yapması gereken fare düşünceye kadar geçen zamanı belirlemektir. Düşme zamanı, toksin maddenin miktarına bağlı olarak değişmektedir.

KONİ SALYANGOZU ÇALIŞMALARINDA BÜYÜK BULUŞ NASIL GERÇEKLEŞTİ?

Bir aşamaya kadar bütün enjeksiyonlar farelerin vücut boşluğuna yapılmaktaydı. Ardından farelerin doğrudan merkezi sinir sistemine yapılmaya başlandı. Önceleri bu uygulamanın fareleri öldüreceği düşüncesi hakimdi. Ancak merkezi sinir sistemine bileşenler enjekte edilmeye başlanınca sonuçlar dikkat çekici olmuştur. Bazı bileşenler farelerin kaşınmasına sebep olmuştur. Bazı bileşenler farenin kendi etrafında daire çizmelerine neden olurken bazıları da arka ayakları üzerine kalkarak ön ayaklarını kullanarak boks hareketleri yapmalarına sebep olmuştur. Asıl ilginci de bir bileşenin, henüz ergenliğe ulaşmayan küçük farelerin uyku konumuna geçmesini sağlamasıdır. Araştırmacılar bu etkiyi gösteren peptidi saflaştırıp ”uykucu peptid” adı vermiştir.

SALYANGOZLARLA OLAN ÇALIŞMALAR TIBBİ AÇIDAN NASIL ÖNEMLİ BİR BULUŞA YOL AÇTI?

Conus magus (sihirbazın konisi anlamına gelen bir başka salyangoz) ile çalışmalar yapılmaya başlanınca çarpıcı buluşlar meydana gelmiştir. Farelerde titremeye neden olan bir peptit bulundu. Ardından bu ”titretici peptid” saflaştırılmıştır. Saflaştırma olayından sonra da bu peptidin belirli bir kalsiyum kanalını tıkadığı öğrenilmiştir. Titretici peptid günümüzde onaylanmış bir ilaçtır. Bir hastanın fazla ağrısı olması durumunda sinirlerin bağlantı bölgesine bu peptidler enjekte edilir ve bu sayede acı duyma engellenir. Engelleme olayı sinire, kimyasal olan uyarının ulaşamaması sonucunda sağlanabiliyor.

Günümüzde doktorlar ağrıyı kesmek için bu yolu tercih etmektedir çünkü özellikle morfinin kullanımı alışkanlık yapabilmektedir. Bir pompa cerrahi bir yöntemle yerleştirilir ve bu sayede peptid, omuriliğin ilgili kısmına pompalanır.

KONİ SALYANGOZU ÇALIŞMALARI BAŞKA BULUŞLARA YOL AÇABİLİR Mİ?

Koni salyangozlarının yaklaşık 500-700 kadar türü mevcuttur. Her bir zehrin onlarca hatta yüzlerce alt bileşeni olduğu göz önünde bulundurulursa çok geniş ve yeni bir dünyanın kapılarını aralayabileceğini düşünmek yanlış olmayacaktır.

Koni salyangozu Avustralya bölgesinde yaşar. Buna ek olarak Endonezya ve Asya Pasifiği’nde yaşadığı da bilinmektedir. Gündüz saatlerinde suyun içerisinde kumda saklanırlar. Suda avlanmak için gece vakitlerinde dolaşırlar. İğne barındıran kancaları mevcuttur ve bu kancaların 200 farklı zehir bulundurduğu saptanmıştır. Boyu ortalama olarak bir insan eli büyüklüğünde olan bu canlılara ”mermer yüzeyli salyangoz” da denilmektedir. 5-15 dakikalık bir süre içerisinde zehirlerinin bir insanı öldürebildiği belirtilmiştir. 600’den fazla türü olan bu canlılar etoburdur. Çoğu zaman balık avlarlar. Yapılan türlü araştırmaların ardından yumuşakçaların arasında zehri en güçlü olanların koni salyangozları olduğu anlaşılmıştır. Sahip oldukları zehri suyun içine rastgele bırakmazlar. Ürettikleri birbirinden farklı zehirleri sırasıyla kullandıkları bilinmektedir.

YILAN POPÜLASYONLARINDA MİMİKRİ DENEYİ

Bu yazımızda bilimsel sorgulamada bir olgu çalışması olarak yılan popülasyonlarında mimikri araştırılmasını detaylandıracağız.

İşe birçok gözlem ve tümevarımsal genellemelerle başlamak doğru olacaktır. Zehirli hayvanlara bakıldığında pek çoğunun parlak renge sahip olduğu görülür. Bu renklenme çoğunlukla ayırt edici özellik taşımaktadır ve çoğu zaman canlının bulunduğu zeminin tam zıttı bir renklenme görülür. Bu durumun ”uyarıcı renklenme” olarak da bilinmesinin sebebi potansiyel avcıların, tehlike arz eden türleri fark etmesini sağlamaktadır.

Taklit tam da burada devreye giriyor. Zehirli olan hayvanın, sahip olduğu renklenmeyle çok büyük benzerlik gösteren bir başka taklit hayvan da bulunabiliyor. Bu taklitçiler zehirli bir imaj çizseler de aslında hiç de zararlı değildirler. Tam da bu noktada araştırmacıların zihninde beliren soru, bu tarzda bir mimikrinin işlevinin ne olduğu üzerinedir. Buna cevap olarak öne sürülen en mantıklı hipotez, bunun bir adaptasyon olduğudur. Buna kandırmanın bir evrimsel adaptasyonu demek de yanlış olmaz. Peki bahsettiğimiz bu evrimsel adaptasyon, taklitçilerin ne işine yarar? Bu adaptasyon sayesinde zararsız olan hayvanların diğer hayvanlar tarafından avlanılması riski ciddi oranda azalmaktadır. Sebebi avcıların bu hayvanları zehirli sanmasıdır. Bu hipotezi ilk kez ortaya koyan İngiliz bilim insanı Henry Bates’tir.

2001 yılında Bates’in mimikri hipotezini denemek amacıyla çok basit olmasına rağmen bir o kadar da zekice kurgulanan detaylı bir arazi çalışması tasarlandı. Bunu tasarlayanlar ise North Carolina Üniversitesi biyologlarından David ve Karin Pfenning, bir de William Harcombe isimli bir lisans öğrencisidir. Bu ekibin tam olarak araştırdığı şey, Kuzey ve Güney Carolina’da bulunan yılanlar arasındaki bir mimikri olgusuydu. Araştırma yaptıkları bölgede doğu mercan yılanı olarak isimlendirilen zehirli bir yılan, buna ek olarak kırmızı kral yılanı olarak isimlendirilen ve mercan yılanlarının renklerini taklit eden bir zehirsiz yılan türü bulunmaktadır.

Doğu mercan yılanları, avcıları uyaran renklere sahiptir: birbiri ardına sıralanan, büyük halka şeklinde sarı, siyah ve kırmızı. Avcılar, mercan yılanlarına saldırır mı diye sorulacak olursa nadiren de olsa saldırdıkları söylenebilir.

William Harcombe tarafından hazırlanan plastik kaplı tellerden oluşan yapay yılanlar
kral yılanları ve mercan yılanlarının Carolina bölgesindeki yayılış alanları

AVCILAR BU SAVUŞTURMA DAVRANIŞINI DENEME YANILMA YOLUYLA ÖĞRENMİŞ OLABİLİR Mİ?

Bu olasılık çok düşüktür. Bir mercan yılanıyla ilk karşılaşma çoğu zaman ölümle sonuçlanacağından, bir daha saldırmaması gerektiğini bu yolla öğrenme ihtimali zayıftır. Doğal seçilimin bir sonucu olarak, mercan yılanlarının yaşadığı bölgede, bu yılanın renklenme şekline karşı büyük olasılıkla içgüdüsel olarak savuşturma refleksini kalıtsal yolla kazanan avcı türlerin sıklığı artmıştır.

YILANLARIN COĞRAFİK OLARAK DAĞILIMI, MİMİKRİ HİPOTEZİ HAKKINDA KİLİT ÖZELLİĞİNDE BİR ÖNGÖRÜ SUNAR

Her iki tip yılan da Carolina’da yaşamaktadır. Ancak mercan yılanlarının yayılış alanı, kral yılanlarınınki kadar geniş değildir. Kral yılanlarının yaşama bölgeleri, mercan yılanlarının yaşamadığı bölgelere de uzanmaktadır. Uyarıcı renklenmeye sahip yılanlara karşı geliştirilen herhangi bir savunma refleksinin her bölgede görülmesi beklenemez. Sadece zehirli mercan yılanlarının yaşadığı bölgelerde bulunan avcı popülasyonlarında görülmesi gerekir. Tam da bu sebepten mimikrinin, kral yılanlarını her bölgede koruyacağını düşünmek yanlış olacaktır. Mimikri, (zehirsiz) kral yılanlarını sadece (zehirli) mercan yılanlarının bulunduğu bölgelerdeki avcılara karşı koruyabilir.

MİMİKRİ HİPOTEZİNİ ÖZETLEYECEK OLURSAK:

Mercan yılanlarındaki uyaran renklerine uyum sağlayan avcılar vardır. Bu avcılar mercan yılanlarının bulunduğu bölgelerde kral yılanlarına daha az saldıracaklardır. Tam tersi mercan yılanlarının bulunmadığı alanlarda ise bu kral yılanları, avcıların daha çok hedefi olacaktır.

TAKLİT YILANLAR KULLANILARAK YAPILAN ARAZİ ARAŞTIRMALARI

Öngörünün sınanabilmesi için Harcombe, plastik ile kaplanan tellerden yüzlerce yapay yılan yapmıştır. Araştırmacı, iki farklı tipte yapay yılan tasarlamıştır. Bunlardan birincisi, ”kontrol grubu” olarak işlev görecek olan ve karşılaştırma yapmak üzere düz kahverengi taklit yılanlardır. İkincisi ise, ”deney grubu” olarak işlev görecek olan kırmızı, beyaz ve siyah halka taşıyan kral yılanlarıdır.

KONTROL GRUBU: YAPAY KAHVERENGİ YILANLARI

DENEY GRUBU: YAPAY HALKALI KRAL YILANLARI

Araştırmacılar bu iki farklı tip yapay yılandan eşit sayıda bireyi, mercan yılanlarının bulunduğu ve bulunmadığı bölgelere hem Kuzey hem de Güney Carolina’ya yerleştirmişlerdir. Aynı ekip dört hafta gibi bir süre sonra taklit yılanları koydukları yerden yeniden toplamışlar. Isırık ve yırtık sayılarını tespit etmişler. Buradan yola çıkarak kaç adet yılanın saldırıya uğradığına dair sonuçlar elde etmişler. Ulaşılan bilgiler ışığında en yaygın olan avcıların çakallar, kurtlar ve rakunlar olduğu da belirlenmiştir. Buna ek olarak siyah ayıların da yapay yılanlara saldırdıkları gözlenmiştir.

Araştırma sonucunda elde edilen bulgular mimikri hipotezini desteklemektedir. Halkalı yapıdaki yapay yılanlar sadece mercan yılanlarının bulunduğu bir coğrafik bölgede, kahverengi renkteki yapay yılanlara oranla avcılar tarafından daha az saldırıya uğramışlardır.

YILAN MİMİKRİ DENEYİ, KONTROLLÜ BİR DENEY ÖRNEĞİDİR

DENEY: Araştırmacılar bölgede, yarısı, iki farklı yılanın da beraber yaşadığı, diğer yarısı ise zehirli mercan yılanlarının hiç bulunmadığı tam 14 farklı istasyona aynı sayıda yapay olan kral yılanı ve kahverengi yılan konulmuştur. Kahverengi yılanlar kontrol grubu olarak işlev görürken kral yılanları da deney grubu olarak göz önünde bulundurulacaktır. Dört haftalık bir sürenin ardından yerleştirilen bu yılanlar geri toplanmış. Toplanan yılanlar üzerindeki ısırık ve diş darbelerine göre bir çıkarım yapılmıştır. Avlanma sayısı aşağıda tablo olarak görülmektedir.

BULGULAR: Mercan yılanlarının yaşadığı araştırma bölgelerinde saldırıların büyük bir kısmı kahverengi yılanlara yapılmıştır. Mercan yılanlarının bulunmadığı bölgelerde ise saldırıların çoğunun kral yılanlarına yapıldığı tespit edilmiştir.

SONUÇ: Mercan yılanlarının yaşamadığı arazilerde, halka şeklindeki renkler avcı türleri savuşturamamıştır. Hatta taklit yılanlar bu bölgede daha açık hedef olup daha çok avlanılmıştır. Çünkü üzerlerinde taşıdıkları parlak renkler, diğer kahverengi yapay yılanlara göre daha fazla fark edilmelerine sebep olmuştur.

UYUŞTURUCU KULLANANLARI SAÇLARI ELE VERİYOR

Uyuşturucu maddeyle mücadele edenlerin çoğunun hem fikir olduğu bir konu var: Uyuşturucu bağımlılarının büyük bir kesimi ”soft” diye tabir edilen uyuşturuculardan zamanla ”hard” diye tabir edilen eroin gibi maddelere geçerler. Bu bağımlılık sebebiyle ölen insanların deneyimleri, giderek ortak fikir haline gelen bu fikirle örtüşüyor mu? Peki bu sorunun yanıtını alabilmek için bireyin kanının analizinin yapılması yeterli midir? Aslında değildir. Bunun cevabı ölen insanların idrarında, iç organlarında ya da kanında değildir, sadece saçlarında gizlidir. Burada önemli olan husus otopsi sırasında olması gerektiği gibi kesilip alınıp alınmadığıdır. Eğer alınamadıysa en büyük delil artık toprağın altında olacaktır.

5 SANTİM SAÇ, 5 AYLIK GEÇMİŞ DEMEK

Eroin, vücuda hangi yolla girmiş olursa olsun, vücutta diasetilmorfin olarak bilinen madde çok kısa bir süre zarfında 6-asetilmorfine ve bundan sonra da morfine dönüşmektedir. Bu sebeptendir ki idrarda ya da kanda 6- asetilmorfin bulunmuş olması, eroin kullanıldığının en kesin ve güvenilir kanıtıdır. ( Morfinli bir ilaç kullanıldığında veya aşırıya kaçılıp çok fazla haşhaş tüketildiğinde vücutta 6- asetilmorfin oluşmamaktadır.)

Saç tellerinin kökten uç kısmına doğru gidildikçe her bir santim, yaklaşık olarak yaşanılan bir aya denk gelmektedir. Bundan yola çıkılarak hangi madde veya maddelerin kullanıldığı tespit edilebilmektedir. Özetle, 5 santim saç, 5 aylık geçmiş hakkında bilgi edinmeyi sağlar. Eğer bir sebepten dolayı saç yoksa, birey kelse, saçlarını kazıtmışsa ya da birey saç ektirdiyse, bu analiz için vücudun başka yerindeki kıllar da kullanılabilmektedir.

KAN ANALİZİ NEDEN YETERSİZ KALIYOR?

İdrar ya da kan ile yapılan analizlerde bireyin eroin kullanımı hakkında en fazla sadece bir gün önceye gidilebilmektedir. Ancak saç ya da vücutta bulunan diğer kıllar ile yapılan analizlerde ulaşılabilecek bilgi, idrar ve kanın çok ötesindedir. ”Ksenobiyotik” olarak adlandırılan organizmaya yabancı olan maddelerin pek çoğu ve tabi uyuşturucular da saçın keratin matriksinde kalıcı olarak yerleşir. Bunlar da yapılan analizlerde çok rahatlıkla tespit edilebilir. Ayrıca bu maddeler yıkamayla ya da boyamayla yok olmazlar.

SAÇTA UYUŞTURUCU ARANMALI MI SORUNSALI

Uyuşturucu etkisi olan bu maddelerin saçta ”tutunma”, saçta kalma derecesi bireye göre farklılık gösterebilir. Kişinin etnik kökeni, cinsiyeti ve yaşı başlıca etken faktörlerdir. Saçta uyuşturucu aranmasına karşı olduğunu belirten İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü üyesi olan Sevil Atasoy’un bu konudaki söylemleri oldukça dikkat çekicidir: ” Esmerler sarışınlara, zenciler beyazlara, kıvırcık saçlılar düz saçlılara, saçlarını doğal biçimiyle tutanlar boyatanlara ve nihayet saçı olanlar, keller ya da saçlarını kazıtanlara oranla daha zor durumdadır. Çünkü onların uyuşturucu kullandığını kanıtlamak daha kolaydır. Tam da bu nedenle, canlılarda birkaç istisna dışında saçta uyuşturucu madde aranmasına kesinlikle karşıyım. Saçta uyuşturucu analizine olumlu baktığım durumlar var elbette. Örneğin bağımlılık tedavisi gören kişilerin izlenmesi ya da daha önce kullandıkları halde artık ”temiz” olduklarını kanıtlamaya çalışan kişilere destek olmak için yapılmalı. İnsanların gizli gizli çocuklarının saçlarını keserek analiz yaptırmasına ise tamamen karşıyım.”

Konuyla ilgili kitap önerisi: Sevil Atasoy, Labirent- Adli Bilimlerin Gizemli Dünyası.

ROACCUTANE TEDAVİSİ VE ETKİLERİ

Akne problemi yaşayan bireylere doktor kontrolünden geçtikten sonra verilen ağır bir ilaçtır. Verilmeden önce de muhakkak kan tahlili yapılır. Bu tahlillerin her ay tekrarlanması gerekmektedir. Genelde 6 ay kullanımı yeterli olmaktadır ancak bu süre hastanın kilosuna göre değişebilir. Ciltteki aknelerin bir süre sonra azalmasına kanıp da tedaviyi altı aydan önce yarıda bırakmak bu problemin ilerleyen dönemlerde tekrar yaşanmasına sebep olmaktadır. Bazı durumlarda doktorlar hastanın bu ilacı altı aydan daha fazla kullanmasını da uygun görebilir. AKNE TEDAVİ EDİLEBİLEN BİR HASTALIKTIR.

ROACCUTANE’IN HAFİF ŞİDDETLİ YAN ETKİLERİ NELERDİR?

  • Kuru cilt
  • Dudaklarda çatlamalar
  • Gözlerde kuruluk ve kızarıklık
  • Burun içindeki kuruluklara bağlı olarak kanamalar
  • Eklem ve kas problemleri (sırt ve bel ağrıları da dahil)
  • Görmede bulanıklık
  • Mide bulantısı ( ve bazen de kusma)
  • Baş dönmesi
  • Şiddetli baş ağrıları
  • Kollarda, bacaklarda ve yüzde kabarcıklar
  • Ciltte ve gözün beyaz kısmında sararma
  • Yorgunluk ve halsizlik
  • Solgunluk
  • Sık sık hastalanma ( beyaz kan hücresi seviyesindeki azalmaya bağlı olarak )
  • Aşırı uyku veya uykusuzluk problemleri
  • Konsantrasyon sorunları
  • İştah ve kilo durumunda değişmeler
  • Üzüntü hissiyatında artma
  • Hoşlanılan aktivitelere karşı ilgisizlik
  • Arkadaşlardan ve aileden uzaklaşma

ROACCUTANE TEDAVİSİ SÜRESİNCE NASIL BESLENİLMELİ?

Hekim herhangi bir uyarıda bulunmadığı sürece beslenme düzeninizde radikal değişiklikler yapmanız gerekmez. Tabii ki olabildiğince sağlıklı beslenmek ve yeterince su içmek önemlidir ancak sırf bu ilacı kullanıyorsunuz diye rutininizi değiştirmeniz gerekmiyor. Şunlara dikkat etmeniz yeterli olacaktır:

  • A vitamini içeren besinlerde aşırıya kaçılmamalı
  • Sigara ve alkolden uzak durulmalı ( karaciğeri fazla yoracağı için)
  • Greyfurt suyu tüketilmemeli
  • İşlenmiş gıdalardan uzak durulmalı
  • Yoğurt ve süt her gün tüketilmeli
  • Bol bol su tüketilmeli
  • E vitamini açısından zengin yiyecekler (badem, kayısı, fındık vs.) tüketilmeli ( ciltteki kuruluk için )
  • Günlük taze sebze ve meyve tüketilmeli
  • Vücudu yoran diyet listelerinden uzak durulmalı

ROACCUTANE KULLANANLAR MAKYAJ YAPABİLİR Mİ?

Bu ilaç, akne problemini uzun vadede de olsa içten tedavi etmektedir. Dolayısıyla doktorunuzun verdiği ya da vereceği nemlendirici kremleri ve yüksek faktörlü güneş kremini kullandığınız müddetçe makyaj yapılmasında herhangi bir sıkıntı olmayacaktır. Ancak gece uyku öncesinde cildin, nemlendirme özelliği yoğun olan bir yüz yıkama kremiyle temizlenmesi gerekmektedir.Kesinlikle makyaj temizlenmelidir.

ROACCUTANE NASIL ETKİ ETMEKTEDİR?

İlaç genellikle 20 miligramlık dozda verilmeye başlanır hastaya. Bu düşük doz bile ilk iki-iki buçuk aylık zaman zarfında cildin akne kusması için yeterli olmaktadır. Bünyenin ilaca alışma süresi biraz zorlayıcı olabilir. Yoğun baş ağrıları bunun başında yerini alır. Cilt öncelikle derinin altındaki sebumu dışarı atmakla işe başlar. Çıkan bu yeni akneler genelde ağrı verici olmaktadır. Ama normalde 2 haftada ancak geçebilecek büyüklükteki akneler dışardan herhangi bir müdahale yapılmadığı takdirde 2-3 gün içerisinde kendiliğinden kuruyup sönmektedir ilacın etkisiyle. İlaç tokken alınmalıdır.

ROACCUTANE TEDAVİSİNE NASIL BAŞLANIR?

Gittiğiniz dermatoloğunuz önce kan tahlili yaptırmanızı isteyecektir. Laboratuvar test sonuçları incelenir. Bireyin ilacın ciddiyetini, yan etkilerini kabul ettiğine ve ilacı kullandığı süre içerisinde hamile kalmaması gerektiğini kabul ettiğine dair bir belge imzalatılır hastaya. Eğer reşit değilse veli imzası gerekecektir. Eczaneden bu ilacı alabilmeniz için reçetenin yanı sıra hasta takip formunu da yanınızda bulundurmanız gerekmektedir.

ROACCUTANE VÜCUDA NASIL ETKİ EDER?

Bu ilacın en çok yorduğu organ karaciğerdir. Karaciğere etki ederek vücuttaki yağ salgısını büyük oranda azaltır. Siyah ve beyaz noktaların oluşumunu engeller. Vücutta yağ salgısının azalmasına bağlı olarak ciltte ciddi kurumalar ve pullanmalar patlak verir. Bu pullanmalar özellikle dudak ve yüzde görülür. Bunlara ek olarak cilt güneşe karşı fazlaca hassaslaşmaya başlayacaktır. Su bazlı ve yüksek koruma faktörlü bir güneş kremi edinmenizi tavsiye ederim. Doktorunuz bu konuda zaten yardımcı olacaktır. Aksi takdirde bir süre sonra güneş lekeleri baş göstermeye başlayacaktır. Tahlilleri aksatmamakta fayda var çünkü nadiren de olsa karaciğer enzimlerinde değişimler görülebiliyor.

ROACCUTANE’I KİMLER KULLANMAMALI?

Hamile kadınların veya hamile kalabilecek durumda olan kadınların kullanmaması gerekir. Bunun haricinde böbrek yetmezliği, karaciğer yetmezliği olan hastalarda, ilaca aşırı duyarlılığı olan hastalarda ve de A vitamini hipervitaminozu görülen hastalarda kontredikedir yani sakınmaları gerekmektedir. Eğer diabetliyseniz, obezseniz ya da alkolik lipid metabolizması bozukluğu olan biriyseniz bu ilacı dikkatli kullanmalısınız.

Nemlendirici özelliği yoğun olan yüz yıkama kremi(sabah akşam yüz temizlemek için kullanılır)


Nemlendirici yüz kremi ( akşamları uyku öncesinde temiz ve nemli cilde uygulanır.)
Dudak balmı ( dudak nemini her kaybettiğinde kullanılmalıdır)

KENDİNİ NASIL GELİŞTİRİRSİN?

KENDİNE MEYDAN OKUMAYI ÖĞREN

Eline bir kalem bir de kağıt almalısın. Yapabileceğini bildiğin ama yapmaktan da biraz çekindiğin şeylerin 5 maddelik bir listesini yap. Çok büyük şeyler olmaları gerekmez. Normalde yapmadığınız şeylerin olması buradaki en önemli nokta. Buraya bir çok madde sıralanabilir. Örneğin kendini karşı cinsle rahat mı hissetmiyorsun? O zaman git ve cevabını bildiğin bir soru bile olsa sor ya da daha basiti bir merhabayla başlayabilirsin. Soğuk bir insansın ve ”network” kurmak senin için biraz uzak bir fikir mi? O zaman yüzüne bir tebessüm yerleştirerek insan içine karışmak için kendini biraz zorla. Unutma pozitif insanlar, diğer insanları kendilerine bir mıknatıs gibi çeker. Son zamanlarda çok kilo aldınız ve yediğiniz büyük bir çikolatalı pasta dilimi yüzünden suçluluk mu duyuyorsunuz? Bu konuda da kendinize meydan okumaya hazır hissetmelisiniz kendinizi. Bugün güne güzel ve kısa bir yürüyüşle başlayabilirsiniz mesela. Belki de ertesi gün daha fazla sıvı tüketmeye başlayarak bedeninizi daha zinde hissetmeye başlayabilirsiniz. Unutmayın büyük hedeflere küçük adımlarla gidilir. Her sabah yataktan şans eseri olarak uyanmayı bırakın artık. Kendinizi bir adım ileriye taşımayı zihninize yerleştirmelisiniz.

DENEYİM KAZANMAYA ODAKLANIN

Lisede ya da üniversitede okuyor olmanız hiç fark etmez. Küçük ya da büyük bir işte çalışmak, hayatın ilerleyen yıllarında size sandığınızdan fazla katkı sağlayacaktır. Buradaki kritik nokta çalışacağınız işte insanlarla diyalog halinde olmanız gerektiği noktasıdır. Bu iş bir kırtasiyede, bir büfede, bir cafede çalışmak olabilir. Kendi okuduğunuz bölümle ya da okulla ilgili olması da gerekmiyor zaten çalışacağınız yerin. Önemli olan insanlarla temas halinde olabilmenizdir. Bu sayede hayatın ileri dönemlerinde yaşıtlarınızın daha yeni yeni yaşamaya başladığı tecrübe ve sorunları siz çoktan görüp geçirmiş olacaksınız.

İNTERNETİ LEHİNE KULLAN

Her insanın ilgisini çeken, duyduğunda pür dikkat kesildiği bir konu muhakkak vardır. İnterneti ilginiz olan alanda donanım sahibi olmak için kullanmak size çok şey sağlayacaktır. Bu konuda internette işinize en çok yarayacak sitenin TEDX olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Mesela benim gibi adli tıbba ilgisi olanların bu siteden Sevil Atasoy konuşmalarına göz atmasını öneririm. Sadece 20 dakika gibi bir sürede işin uzmanlarının TEDX konuşmaları sayesinde başka yerde bulamayacağınız tüyolar alabilirsiniz. Bedava bir kurs gibi düşündüğünüzde bunun kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğunu anlayacaksınız.

BLOG AÇMALISIN

Kendinize bir web sitesi açmanızı öneriyorum. Sizin adınıza olması gerekmez. Takma bir kullanıcı adıyla da bu iş çok rahat yürütülebilir. Burada en önemli husus ”üretim” yapıyor olmanızdır. Fikirlerinizi, bir filmin, bir müziğin sizin üzerinizdeki etkisini ya da okuduğunuz bir kitap hakkındaki yorumlarınızı özgürce ve kendi üslubunuzla yazabileceğiniz bir kişisel blogdan bahsediyorum. Profesyonellik veya uzmanlık gerektirmediği için de çok zorluk çekmeyeceğiniz bir uğraşı olacaktır aslında. İnternet dünyasında var olduğunuz zaman, hem özgüven hanenize artı yazılacak hem de geriye dönüp baktığınızda zihinsel değişiminizi görmek hoşunuza gidecek.

TEK BAŞINALIĞIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ TAT

Kendinize bu konuda biraz meydan okumalısınız. Özgüveni bir kasa benzetecek olursak, her tek başınıza bir şey yapmaya cesaret ettiğinizde bu özgüven kası daha da güçlenecektir. Yanınızda sürekli bir arkadaşınız olduğunda zaten her an onunla iletişim halinde olacağınızdan çevrenizdeki yeni dostluk sinyallerini kaçırabilirsiniz. Daha açık konuşmak gerekirse o çok istediğiniz ”network” olayından kendinizi mahrum bırakmış olacaksınız.

4 ANLAŞMA KURALI

  1. Kullandığın kelimeleri özenle seçmelisin.
  2. Yapabileceğinin en iyisini yapmalısın ( burada kastedilen her zaman birinci olmak değildir.)
  3. Hayattaki belirsiz durumlarla ilgili varsayım ya da tahmin yapmamalısın.( ZİHNİMİZ BELİRSİZ DURUMLARI HEP EN KÖTÜYE YORMA EĞİLİMİNDEDİR.)
  4. Etrafında olan her şeyi kişisel algılamamalısın.